www.sensiz-yasamim.tr.gg

   
 
  BEDİRXAN
************************************************** *CELADET ALİ BEDİRHAN'DAN MUSTAFA KEMAL'E MEKTUP * ************************************************** ( Taberiye Sahili, 1933 ) 13 Nisan 1995 Yeni ASYA TÜRKİYE REİSİ CUMHURU MUSTAFA KEMAL PAŞA HAZRETLERİNE ( Taberiye Sahili, 8 Kânunusani 1933) Gazi paşa hazretleri, Türkiye cumhuriyetinin onuncu sene-i devriyesi münasebetiyle umumi ve şümüllü bir affın ilan olunacağını gazeteler bundan çok zaman evvel yazmaya başlamışlardı. Büyük bir ehemmiyetle bu affın dahil ve hariçte hususi ajanlar ve gazetelerle propagandasını yaptırmakta idiniz. Nihayet mevcut olan gün geldi ve af ilan edildi. Herkes Kemal-i hayretle gördü ki ; hazırlayıp propagandasını yaptırdığınız af ile, ilan ettiğiniz af arasında hemen hiçbir münasebet yoktu. Bu suretle efkar-ı umumiye ye iki af arz olunmuştu. Birisi proje halinde kalan umumi ve şumüllü af ; diğeri ilan ve tatbik olunan ve adeta mücrimin-i adiyeye (adi suçlara) mahsus af. Tabir caiz ve varit ise, hükümet-i cumhuriyeleri zinde ve gürbüz bir tıfıl af doğurmak istiyordu. Doğurmadı, iskat-ı cenin eyledi (düşük yaptı). Paşa hazretleri , silsile-i mantıkiye icap ettirir ki , evvela aylarla hazırlayıp propagandasını yaptırmış olduğunuz affı tetkik ve sonra değişme sebebine arayıp tespit edelim. Evet, birinci ikiliyi Sevr Muahedesini parçalamak ve memleketin vahdetini temin eylemek suretiyle ortadan kaldırdınız. Yıkılan imparatorluğunu yerine cumhuriyeti ikame ettiniz. Ancak birinci ikiliyi muhaliflerinizin kanun dairesinde muhalefet haklarını tanıyarak ve onları muhalefetlerinden dolayı terciye ederek bertaraf etmek var iken , böyle yapmadınız. Muhaliflerinizin bir kısmını beyne’d-düvel (milletler arası) bir ahd ile vatandan icla ettiniz. (uzaklaştırdınız). Diğer kısmı ise , kendiliğinden terk-i vatan eyledi. Bu muhaceret, bu satırların yazıldığı ana kadar devam eylemektedir. Bu suretle , birinci ikiliyi izale ederken , takip edilen tarz-ı hareket bu ikinci ikiliyi meydana getirdi. Yüzellilikler nâmı altında memleketten ihraç ettiğiniz adamlar ile kendi kendilerine hicret etmekte bulunan kimseler cumhuriyetimizin güney hudutlarında teşekkül eylemiş yeni hükümetler arazisine ve bahr-i sefit ( Akdeniz ) havzasına geçerek merkezi Avrupa’ya kadar dağıldılar. Birici ikililiyiğin izâlsinden sonra, ittihaz olunan tedbirden doğan bu yeni ikilik şu suretle kabil-i tariftir : On seneden beri devam eden cumhuriyet rejimi , iki Türkiye vücuda getirdi. Biri ; hudud-u mülkiye ve siyasiyesi malum ve mahdut ve bir devlet teşekkülüne sahip olan dahili Türkiye. Diğeri ise , memali-i ecnebiyede hudud-u mükiyesi nâmahdut (hududu olmayan) ve devlet teşekkülden mahrum harici Türkiye. Harici Türkiye’nin dahili Türkiye’ye nazaran kıymet ve ehemmiyetini münakaşa edecek değilim. Esasen bu noktanın hakiki maksat ve gayemle münasebeti hemen yok gibidir. Ancak, birinci af projenizin umumi bir nokta-i nazardan tetkikine hasrettiğim mektubumun şu kısmını ikmal eylemek üzere, bu dair müşâhade kabilinden bazı noktaları arz ve bunların neticelerini tespit edeceğim. Paşa hazretleri, maddi hadiseler gösteriyor ki harici Türkiye, keyfiyet ve kemmiyeti ne olursa olsun, dahili Türkiye’yi rahatsız ediyor. Cumhuriyet , harici Türkiye hakkında tedbirler almak için fevkalade vesaite müracaat etmekte müztar kalıyor (zorlanıyor). Düveli teşekküle sahip Türkiye, bu teşekkülden mahrum , dağınık ve dayanaksız Türkiye’den endişe ediyor. Ankara hükümeti , bu hükümetsiz ve bir çok hükümetlerin hudud-u mülkiyesi dahiline dağılmış harici Türkiye ile Âitiraf edemediği Âmütemadi bir cidal (daimi bir savaş ) halindedir. Dahili Türkiye , halkı -- bilhassa rejiminizden gayr-i memnun kitle -- kulağını harice vermiş, belki mahiyetini henüz tamamıyla tayin edemediği harici Türkiye’yi dinliyor. Gayr-i memnunlar, o semtlerde bir şeylerinin hazırlanmakta bulunduğunu kulaktan kulağa fısıldıyorlar. ********************************************************** SAYFA 2 14 Nisan 1995 Yeni ASYA Paşa Hazretleri , Demiştim ki , hadiselerin en mühimlerini mülaseten kaydediyorum : İşte, harici Türkiye’nin mühim bir kısmı , cumhuriyetinizle hem – huhut , komşu hükümetler arazisinde toplanmakta ve kolaylıkla dahili Türkiye ile münasebette bulunmakta idi. Cumhuriyetinizin her köşesinde yol veren kapıların karanlık dehlizlerinde dolaşan bu siyasi hasımların faaliyetlerinde genç devlet ve hükümetiniz için büyük tehlikeler gördünüz. Komşu hükümetlere müracaat ettiniz. Esasen onlarla halledilecek muhtelif meseleler var idi. Bu meselelerin mezkur hükümetler gönül dostluğuna muvafık surette hall-i memleketten , vatandan, milletten fedakarlıklar yapılmasını icap ederdi. Reji ve teşkilatınızı harici Türkiye’den gelecek zararlardan vikâye maksadıyla bu fedakarlıkları yaptınız ve bu hükümetlerle dostluk ve iyi komşuluk muahedeleri akdettiniz. Muahedelerin ilan olunan akşamı gösterdi ki , bunlar münhasıran , harici Türkiye’nin huhutlarınızdan 50-60 km uzağa çekilmesini otoriteniz haricinde kalıp hareketini kontrol edemediğiniz bu kitlenin o hükümetler tarafından kontrol edilmesini ve (mertliğe zıt) hareketine meydan verilmemesini temin için akdedilmişti. Muahede hükümlerine nazaran, anlaşmaya varan tarafa karşı olarak bunların memleketlerinde tatbik eylemeyi taahhüt ediyordu . Halbuki, herkesçe malum olduğu üzere , diğer akit devletlerinin cumhuriyetiniz arazisinde ne kendi nede cumhuriyetiniz tebaasından endişe ve itiraz edeceği kitleler ve fertler yoktur. Bu itibar ile hükümetinizin diğer akitlere karşı taahhüdü , zevahiri korumak ve bu zaafı gizlemek noktasından yapılmış şekli bir akitten ibaret kalıyordu. O devletler ise hükümetinize karşı aldıkları taahüdata mukabil, sizden maddi bir taviz isteyeceklerdi. Filhal düvel-i akide rejiminize muhalif olup ülkelerine iltica eylemiş olan bir kısım Türkiye halkını kanunlarının bahşettiği şahsi hürriyetlerden mahrum ederek sizin namınıza kontrol edecek ve rejiminiz aleyhine çalışmalarına mani olacaklardı. Binaenaleyh sizden taviz talebi kendileri için bir hak olmuş idi. Hükümet-i cumhuriyetleri muhtelif mesaili – yukarıda arz eylediğim fedakarlıkları yaparak – komşu devletler lehine halletmek suretiyle bu tavizi verdi. Yine hâdisat gösteriyor ki, bu takdir de hükümet-i cumhuriyetlerinin endişesini izaleye , harici Türkiye tehlikesinin bertaraf edilmesine kafi gelmemişti. Cumhuriyetinizle hem hudut memleketlerde mandater sıfatıyla bulunan akit devletlere yeniden müracaat edildi. Bu devletlerden yeni taahhüdler alındı ve akdolunan mukavelat ahkamının bir kısmı mezkür devletler metropol ve yine bu devletler manda ve himayesi altında bulanan diğer devletlere ve hatta onların müstemlekelerine kadar teşmil edildi. Bu suretle , siyasi hasımlarınızın yaşadığı muhitler hemen kamilen mukavele ve bu muahedelerle örülen bir tarassut ve tazyik şebekesi dahiline alındı. Diğer taraftan sefaretleri ve konsoloshaneleri faaliyete getirdiniz. Bilhassa hudutlarınızın güneyindeki memleketlerde bulunan konsoloshaneleriniz hususi ve fevkalade teşekküllerle adeta birer istihbarat dairesi haline ifrağ edildiler. Bu memleketlerdeki hariciye vazifesi iki nokta arasına teksif ettirildi. Pasaport- vize etmek ve harici Türkiye ile mücadele eylemek , bu cidal iki şekilde yapılıyordu : Biri , re’sen ajanlarınızın cidali ; diğeri, mezkür ajanlardan alınan raporlara istinaden hariciye memurlarınızın mamdater hükümetler mümessilleri nezdindeki teşebbüsleri. Sefir ve konsoloslarınızın bu müracaat o kadar çoğaldı ki, makamat-ı ecnebiye bunlar için adeta hususi müracaat kalemleri ihdasına mecbur oldular. Vaka, bu tedbirler sayesinde birçok kimseler ihtiyari menfalarından (sürgünlerden) cebri menfalara gönderdiler. Birçok teşekkül ve iştimalara müsaade olunmadı. Mevkut, gayri mevkut bazı meşriya sahibi , tazyik ve tehdit edildi. Fakat bütün bu tedabir , harici Türkiye’yi ortadan kaldırıp ikiliyi izaleye kiyafet eylemiyordu. Çünkü harici Türkiye her türlü desteğe rağmen , bir taraftan memleketten gelen yeni mücahirlere kemmiyeten ; diğer taraftan , neşriyat gibi faaliyete müsait muhitler aramak üzere yeni memleketlere nakleden siyasi hasımlarınızın yer değiştirmeleriyle hududen tevessü (genişleme) ediyordu. Bu tedbirler , salifu’z-zikir (zikredilen bahsi geçen) mukaveleler zahiren mütekabil (karşılıklı) taahhüdler şeklinde yapılmakta olmalarına rağmen , hakikat yavaş yavaş cehresini gösteriyor ve zevâhiri muhafaza eden perdeler yırtılıyordu. Bilhassa hâriciye memurlarınızın makamat-ı ecnebiye nezdinde ekseriya ifrata varan teşebbüsleri bazen bir tarafı , bazen de her iki tarafı müşkül mevkide bırakıyordu. Dört duvar arasında yapıldığı zannedilen bu esrarengiz teşebbüsler , az zaman zarfında o duvarlardan harice ihtişar ediyordu (yayılıyordu). Bu hadisat, Türkiye’nin yükseltmek istediğiniz prestijini bilâkis düşürüyor ve harici Türkiye’ye karşı ittihaz olunan bu tedbirler, dahili Türkiye için bir zaaf teşkil ediyordu. Zira bu tedabirin ittihazına şahit olan halk düşünüyordu ki , hariçte mühim bir teşkilat vardır. Dahilde bu teşkilatın taraftarları yani hal-i hazır rejiminin aleyhtarları mevcuttur ve bittabi bu cumhuriyetin hayatı için tehlikelidir. Müdiran-ı umum (genel müdürler , direktörler) , cumhuriyetin bu zayıf noktasını aralarında olsun itiraf eylediler ve harici Türkiye ‘yi her ne pahasına olsa da ortadan kaldırmaya karar verdiler. Cumhuriyetin onuncu sene-i devriyesi bunun için güzel bir vesile oldu. Hükümet-i cumhuriyelerin bu hadisatın , bu ilham ve zarüretini kabu eyledi ve harici Türkiye’yi ortadan kaldırmak üzere Türkiye siyasi muhacirlerinin , umumi bir af ile dahile celbine karar verdi. İsabetli ve güzel bir tedbir. İşte Paşa Hazretleri , umumi bir nokta-i nazardan , cumhuriyetin onuncu sene-i devriyesi münasebetiyle hazırlayıp tatbik olunamayan af projesinin esbabı, evâmili , mâhiyeti ve hedefi. Fakat mukaddimede arz eylediğim vechile , çocuk tam olarak doğamadı ; sakta uğradı (düşük, erken doğum oldu). ********************************************************** SAYFA 3 15 Nisan 1995 Yeni ASYA Evet, gayet âdi ve basit bir sebepten. Mader-i cumhuriyet ne ağır bir yük kaldırmış ; nede anif(sert, şiddetli) bir harekette bulunmuştur. Ancak af edeceğiniz kimseler arasında birkaç kişinin ufak bir terbiyesizliği zat-ı riyaset penahilerini aylarla hazırlamış olduğunuz ve hükümet-i cumhuriyeleri için hayati ibr mesele teşkil eden ve harici Türkiye ‘yi ortadan kaldıracak olan şumüllü affın ilanından zarf-ı nazar ettirmeyi kifayet eyledi. İzah edeyim : Affın propagandası yapılırken , hariçten aftan istifadeleri olunan kimseleri tesci için , bazı maruf zevatın ve batta kitlelerin zat-ı riyaset penahilerine tahriren müracaat ile dehalet ettiklerine dair asılsız bazı haberler gazetelerde neşrolunmuştur. Bu suretle , müracaat ettikleri ilan olnunan zavatın makam-ı riyaset penahilerine müracaatları lüzumu da kendilerine belki ihtar olunmak isteniyordu. Bu ihtarı nazar-ı itibare alarak müracaat edenlerde bulunmuş olabilir. Fakat diğer taraftan, müracaat ettiklerini ilan ettiğiniz eşhasmeyanından bazı kimseler böyle bir müracaatın gayr-i vaki olduğunu gazetelerle neşredip neşriyatınızı tekzip eylediler. Bu tekzip , şeref ve haysiye-i siyaset penahilerini rencide eyledi. Binaenaleyh, ikiliğin ve binnetice harici Türkiye’nin devam ve bakası tercih edildi. Ve bu tercih meder-i cumhuriyetin aylardan beri taşımakta olduğu cenin affın sukutunu mucip oldu… Paşa Hazretleri , af projenize dair gazetelerin neşriyatından ve bilhassa aldığım hususi haberlerden anlıyorum ki , bu afta en ziyade Kürtleri nimetlendirmek istiyordunuz. Bu affın daire-i şumülüne bilhassa Kürtleri almak istiyordunuz. Affın derece-i şümülü , mahiyeti , cürme nazaran değil ; adeta milliyete nazaran tayin edilecekti. Türkler ve diğer anâsır (unsurlar) hakkında bir takım kayıtlar ve şartlar dermeyan (ortada) olunduğu halde , Kürtler için hemen hiçbir kayıt ve şart mevcut değildi. Yalnız Kürt olmak , bu aftan istifade etmek için kafi. Kürtler hakkındaki bu hususiyetin , alenen söylenmedi ve kanuna da dercedilmedi. Devletiniz ricali ve zat-ı riyaset penahileri her nedense “Kürt” kelimesini telaffuz edemiyorsunuz. Bu hususiyet ajanlarınız tarafından süret-i mahsusada alakadarane tebliğ edilmektedir. Evet madem ki Kürdüz , Türkiye’nin emniyet-i dahiliyesini ihlal edebilecek hususlar , Türkiye kuvvetlerine karşı müsellahan (silahlı) hareket , Kürt ihtilal ve suikast cemiyetlerine mensubiyet… İlahiri hiç , hiçbir şey bizler için aftan istifadeye mani değil. Aftan evvelde ajanlarınızın Kürt mültecilerine gönderdiği haberlerde , Kürtler için af kapısının daima açık olduğu söylenmekte idi. Bugünde aynı söz söylenmekte ve neşrolunan af kanunun buna mani olamayacağı ilave edilmektedir. Görülüyor ki bu af , daha doğrusu af projeniz – birçok kimseler şamil olmakla beraber – Kürtler hakkında bariz bir hususiyet arz eylemektedir. Bu itibar ile biz Kürtler , bu affı Kürdistan siyasetinizde yeni bir tedbir , yeni bir hareket noktası olarak telakki ve bu suretle muhakeme eylemek mecburiyetindeyiz. Paşa Hazretleri , maruf olan şahsi ve medeni cesaretinize rağmen, bilmem ki neden şimdiye kadar Türkiye ‘de bir Kürdistan meselesinin mevcudiyetini serahaten (açıkça) itiraf edemediğiniz…Bu itiraf için , kuvvet ve kudretine ziyadesiyle itimat ettiğiniz iradenizde , o cesareti bulamadınız. Öyle bir Kürdistan meselesi ki , hükümetinizi , onunla meşgul olurken karasızlıklara, tereddütlere , ricatlar ve yarım tedbirlere sevk ediyor. “ Serâhaten” dedim, çünkü bu kelimeyi ağzınıza almadan bu meseleyi her zaman itiraf eylemekte , dahili ve harici siyasetinizde ona mühim bir mevki ayırmaktasınız. Bu zimni (gizli) itirafatı , sırası geldikçe kaydedeceğim. Mamafi bende itiraf eylemeliyim ki , kürdistan kadim bir mefhum tarihidir ve “Kürdistan meselesi” ne zamanınızda ve nede siyasetlerinizin varisi olduğunuz ittihat ve teraki hükümetleri zamanında başlamış değildir. Bugün, Polonya’nın eski halini hatırlatır bir şekilde birkaç devlet arasında taksime uğramış olan vatanım Kürdistan’ın ve milletim Kürtlerin kadim bir tarihi , muayyen bir çoğrafyası ve iştimai teşkilatı vardır… Medler’in mebde ve menşeine gitmeye lüzüm yok. Kisenefon’mun (siropedi) sinden başlamak kafi. Maamafi bu noktayı izaha lüzum görmüyorum. Son zamanlarda tarih ile iştigaliniz ve bilhassa (ariyen) meselesine pek yakında temasınız ve her nedense Türkleri maruf Mongolik menşelerinden tecrid ve Ari ırkına intisap ettirmek hususundaki mesainiz , zat-ı fehimanelerini Kürt ve Kürdistan hakkında külli vukuf sahibi eylemiştir. ******************************************* SAYFA 4 16 Nisan 1995 Yeni ASYA Evet , “Kürdistan Meselesi” , ne zamanımızda ve nede selefleriniz zamanında başlamış değildir. Türkiye’de Kürdistan meselesi , Kürt ümerasının (beglerinin), ilk Osmanlı tarihi “Heşt Behişt” müellifi İdris-i Bitlisi vasitasıyla Yavuz Sultan Selim’e , suni bir hükümdara blat ettikleri günden beri mevcuttur. Osmanlı tarihi tetkik olunursa , muhtelif isim ve ünvanlar altında Kürdistan meselelerine tesadüf olunur. “Her hadisei ismiyle yâd etmek” itiyadında olan vak’anüvistlerin eserlerinde ise , bu meselenin kendi ünvanı “ Kürdistan Meselesi” sernâmeleri (başlığı) altında olunduğu kesretle (çokça) görülür. Evet, mesele çok eski zamandan beri mevcuttur. Ancak devir zamana , her devrin telakkiyat ve temayulâtına göre şekil ve renginde tebellür ve tehayüller vardır. Bazen , hususi ve tipik bir feodalizm manzarası arz eder. Muhtelif devirlerde Osmanlılık ve hilafet mefhum ve camialarında mezhebi bir şekil alır. Bu devirlerde sessiz sedasız çalışan bir Şafiilik ve Hanefilik meselesi mevzubahistir. Bazen de aşiret isyanı şeklinde tecelli eylemiş müselsil bir Ekrat Bednihat vakası başlı başına bir devir teşkil eder. Bugünkü şekil ise, esasen asrın en büyük karakteristiği olan bâriz bir milliyet şeklidir. Bu şekilde zannolunduğu kadar hâdis (yeni) değil ; kadim ve hatta edebiyatta (literatürde) ancak meşrutiyetten sonra tesis edilen Türk Ocakları’yla ilk tohumları saçılmış olan Türkçülükten eskidir. Kendi ifadesine rağmen “ Lavra Kurmanc ğayp fekbu tarix hazaru şeşt û yek bu” 1061 sene-i hicriyesinde tevellüd edip , yine aşağıdaki beytin mevhumuna göre “ İsal geheşte çel û çaran, ey pişrevî gunehkaran” 44 yaşında yani 1105 senesinde “MEM U ZİN” ünvanlı eserini vücuda getiren büyük Kürt şairi Ahmedê Xane , bugünkü milli cereyanının ilk mübeşşiridir. Mevzuunu bir hâl efsanesinden almış olan A.Hane , eserinde baştan başa Kürt milletinden ve Kürdistan’dan bahseder. Konuştuğu şahıslar kâmilen birer semboldur. Kürt milletini temsil eden şahsi esârete düşürür, zindana atar ve onun halâs-ı çarelerini millete aratır ve gösterir. Paşa Hazretleri , görülüyor ki Kürtlük fikri ve Kürtlerde milliyet cerayanı ne bugünkü ve ne de dünkü bir meseledir. Belki bundan 250 sene evvel yükselmiş bir fikir, başlamış bir cereyandır. “Kürdistan Meselesi”nde yeni bir tedbiriniz olarak kabul ve tavzif eylediğim bugünkü af meselesine tekrar dönmek üzere bilhassa gayr-i Türk milletlere karşı uyguladığınız siyasetin müverrisleri olan İttihat ve Terakki hükümeti zimamdarlarının (idarecilerinin) “Kürdistan Meselesi”ndeki tedbirlerinden ve faaliyetlerinden birkaç satırla bahsetmeme müsaade buyurunuz. Bu bahse bir mektep hatırası ile başlayacağım : Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuz’un (1908?) ikinci sene-i devriyesi henüz idrak olunmamıştı. Bir Şehzadebaşı’nda bir tiyatro binasında mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçora Bey idi. Arkadaşını bize takdim etti. Yine hatıram yanılmıyorsam bu zatın ismi İsmail Gansperenski idi. Gansperenski Efendi , İstanbul ahalisince anlaşılması mümkün bir Türkçe ile uzun bir konferans verdi. Mütemadiyen Türk’ten ve gayr-i Türk’ten bahsediyordu. Konferans bittiği zaman benim ve arkadaşlarımın anlayabildiği şundan ibaretti : Herkes Türktür , Türkiye’de Türkten başka milli unsur yoktur ve olmamalıdır. Bilmem nasıl bir tesadüf eseri idi ki , o gün aramızda hiçbir Türk talebe yoktu. Benden başka diğer bir Kürt , bir Çerkez, bir Arnavut , bir Gürcü ve bir de Rum arkadaşımız vardı. Ertesi gün mektepte aynı arkadaşlar bir araya geldiğimiz zaman , Gansperenski (Gaspıralı İsmail) Efendinin konferansı mevzubahis oldu. Meşrutiyet devri ile birden bire inkişaf eden müsâvat-ı hukuk ve şahsi, unsuri ve mezhebi hürriyet fikirleriyle sür-atletemasa gelen genç dimağımız, Gansperenski efendinin nazariyâtını ( teorilerini ) kabul edemiyordu. Bu nazariyât, bize pek aykırı gelmiş, maneviyatımızı adeta isyan ettirmiş idi. O tarihte, mektepte bir gazete neşrediyorduk. Gazetenin riyâset-i tahririyesi, ( başredaktörlük ) benim üzerinde idi. Gansperenski Efendinin konferansının bende yapmış olduğu aksü’l-amel ile olacak mezkür gazetede Kürtlüğe ve Kürdistan’a dair bir makale neşrettim. Bunda Kürtlüğün tarihinden, ırkından, vatanından ve hususiyetinden bahseyledim. Bu ve emsali konferanslar ve neşriyat ile, Osmanlı İmparatorluğu hududu dahilinde yaşayan gayr-i Türk milletlerinin esasları kurulmak isteniyordu. Bu şöven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabir ile başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere, bir Türk ocakları Türk Yurtları te’sis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşedildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu. Rehberlerin itikadınca , bu ocakların eşiğinde ilk temsil ameliyesi yapılıyordu. Fakat ileride göreceğiz ki , bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetiştiriyordu. ********************************************************* SAYFA 5 17 Nisan 1995 Yeni ASYA Osmanlı İmparatorluğu camiası dahilinde , fiilen ve tarihen unsur hakim olan Türklerin sâfiyet-i ırkıyesini ve her türlü hususiyetini muhafaza etmek için teşkilat yapmalarından daha tabii bir şey tasavvur olunamazda lakin bu teşebüsler, diğer milletlerin sütünü sağmak değil de kanını emmek derecesine varmamalıydı… Paşa Hazretleri , ırk safiyeti ve o ırkın hususiyetlerini muhafaza endişesi hulki, necip ve şaâyân-ı hürmet bir his ve fikirdir. Irklar için bu , bir mümtaziyet ve icap-ı asâlettir. Bu his , değil insanlarda , hatta hayvanlarda bile mevcuttur… Aileler, izdivaçlarda küfüv denilen bir mefhuma dikkat ederler. Almanların bugün yapmak istedikleri senerilizasyondan maksat. Alman ırkının âriyen havas ve hususiyetini muhafaza edebilmesi için hariçten Alman kanına ecnebi kanını karıştırılmamasını temindir. Halbuki siz ve eslafınız ne yapıyorsunuz? Ne yapmak istediniz? Geçirmiş olduğu bunca ırki ve demevi tasallup ( kan ile aşılanma ) kafi değilmiş gibi, Türk kanına zorla başka ırk ve milletlerin damarlarından dökülen kanlardan mebzül miktarda kan karıştırmak… Bu hareketiniz, bizzat Türk milleti için büyük bir hakarettir. Çünkü bu hareketinizle, Türk milletinin kanına başka kanlar karıştırmakla , ona temsil etmek istediğiniz milletlerin maduni ( gerisinde ) addetmiş bulunuyorsunuz. Neden? İzah edeyim: Bilirsiniz ki, hariçten kan almak gerek insanlar, gerekse hayvanlar arasında câr-i kâdim bir usûldür. Her iki zümrede de iyi ırk, iyi nesil ve iyi unsurun kanı, ıslah edilmek istenilen insana veya hayvana zerkedilir. Siz ve eslâfınız, Türkçülüğünüzle ne yapıyorsunuz? Birçok ecnebi unsur milletleri getirip Türk ırkına karıştırıyorsunuz. Bu suretle Türk ırkını muhtac-ı islâh; yani mâdun ( geri, aşağı ) unsur ve diğerlerini islâh edici, yani âli unsur yapmış oluyorsunuz. Eminim ki, Türk milleti bu hakikatı itiraf ettiği gün, size bu günahı af edemiyecektir. Mevzuya avdet edelim:Bu tarzdaki Türkçülük harekat ve teşebbüsleri gayr-i Türk unsurları isyan ettiriyor ve onlara Türk olmadıklarını ve hakiki milliyetlerini daha ziyâde hissettiriyordu. Bu his, her hizbin milli cereyanına kuvvet ve şiddet veriyordu. Türk milliyeti içinde halledilmek ( asimile edilmek ) istenilen diğer milliyet ve unsurlar, bilakis Türk milliyetinden uzaklaştırılıyordu. Diğer taraftan, komite merkezinde tatbikata geçilmek üzere gayr-i Türk milletler aleyhinde kanlı bir su-i kast hazırlanmakta idi. Su-i kastın hedefini, karekteristikleriyle beraber tekrar ve tesbit ediyorum : Osmanlı imparatorluğu hudutları dahilinde bulunan bilumum anasırı (unsurları) Türkleştirmek ve bu unsurların mahv ve istihalesi ile (asimilasyonu ile) Türk milletine aşılanmasından doğacak olan yeni bir millet ve hiddet-i ırkıyeye mâlik bir Türkiye vücuda getirmek… Burada hatırlatmak lazım gelir ki o tarihte Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşayan gayr-i Türk anasır (Türk olmayanlar) arasında, Türk nüfusundan çok daha fazla bir nüfusa mâlik Arap milleti de bulunmakta idi. O Arap milleti ki İmparatorluğun dini , ilmi, irfanı, kanunu onun medeniyetinden iktibas edilmiş idi. Farzı muhal olarak, Arapları Türklerle karıştırmak imkanı hâsıl olsa idi, acaba bu halita ne renk verirdi. Neticeyi muhtac-ı teemmül (düşünmeye değer) görmek abes olmaz mı? Şüphesizdir ki , bu halitadan uzvi ve manevi havassi ile (organlarıyla) ancak bir “ Sam Baba” doğabilirdi. Bu ameliyeyi başa çıkarmak için iki usül tatbik , iki tarik (yol) ihtiyar olunacaktı. Budamakla , Müslümanlar temsil ; gayr-i Müslimler taktil (kati) edilecekti. Gayr-i Müslimlerin temsili mevzu bahis olamazdı. Çünkü din farkı , lisanda çok kuvvetli ve temsil ameliyesinden aşılması hemen imkansız bir settir. Ancak hakiki bir ihtidadan (dönüş, hidâyet) sonra mevzu bahis olabilir. Yeniçeri ocaklarının iadesi ise , vârit-i hatır (hatıra gelen) olamazdı. Teferruatın , muvakkat tedbirlerin , ihtirazi ve istisnai kayıtların izahına girişmiyorum. İttihat ve Terakki hükümetinin bu planını umumi bir şekilde ve muhtasaran zikrettikten sonra, planın Kürtlere ait kısmını takiben ilerleyelim. Bu plana rağman Kürtler taktil değil , temsil (asimile) kısmına dahil olan milletler meyanında (arasında) idiler. Kürt unsuru, Yeni Turan , güzel ülkeye giden yolun üzerinde yaşayan bir millettir. Türkleştirilmeleri mühim, belki müstacel (acilen) ve herhalde derece-i vücutta idi. Kürtlerin temsiline (asimile edilmesine) bir de kanun yapıldı. Zamanın betbaht padişahı Sultan Reşat’a da tasdik ettirildi. Mezkür kanununda vilayet-i şarkiye ismiyle yâd olunan Kürdistan’da sakin halk, yani Kürtler, o araziden kaldırılarak garbe, yani Türk vilayetlerine nakil ve ahali kısmı, mahalli nüfusun % 5 ‘ini tecavüz etmeyecek sürette Türk köylerine tevzi ( dağıtmak) ; Beyler, ağalar, şeyhler ise, derece-i ehemmiyetlerine göre vilayet, riva ve kaza merkezlerine iskan olunacaklardı. Ahalinin bey, ağa ve meşâyih ile münasebeti tamamıyla kesilecekti. Bu suretle Kürtlerin tahliye edilecek Kürdistan’a da şuradan buradan getirilecek olan Türkler arasında ve onlara karışarak lisan ve adetlerini kaybedecek olan Kürt muhacirleri Türkleşecekti. ************************************************ SAYFA 6 18 Nisan 1995 Yeni ASYA Burada bir vaka zikredeceğim : Umumi bir harp (1914) başlamıştı. Cepheye sevk olunmazdan evvel, ihtiyat zabit namzetleri talimgahının son devresinde muallim takım zabiti idim. Devre nihayetinde takımımda bulunan efendilerin derece-i ehliyetlerine nazaran rütbelerini gösterir listeyi tanzim ederek, bölük kumandanına vermiştim. Hararetli bir Türk Ocağı mensubu olan bölük kumandanı listeye bir göz gezdirdikten sonra, hiddetle listeyi masasının üzerine attı ve bana “ Bu nasıl liste!.. Arabı, çorabı, Kürdü (A) sınıfını yazmışsın!” dedi.(A) sınıfı alüyyü’l-âlâ derecede zabit namzeti demekti. Bugün millet meclisinizde âzâ olan bölük kumandanının nokta-i nazarınca bir adamın künyesinde Halep, Şam, Harput veya Diyarbekir’in bulunması iyi numara almasına mani teşkil eylemeliydi. Komite merkezinde tanzim olunan planın Ermenilere ve Kürtlere ait olan kısmı mevkii tatbike kondu. Ermeniler katliam edildiler. Kürdistan’ın mühtelif yerlerinden Âplân mucibince Kürtlerin tehcirine (sürülmesine) ve müteaddit kafilelerin garptaki Türk vilayetlerine sevkine başlandı. Ermeni tehciri esasında taktile (öldürmeye) alışmış olan muhafız kuvvetler, bu alışkanlığı bazen Kürtler üzerinde de tatbik ettiler. Fikir adeta umumileşmişti. O tarihte, Nuri Paşa ordusuyla Baku’da bulunuyordu. Ordu menzil karargah kumandanı idim. Karargah tabldotunda her gün 30-40 zabit bulunuyordu. Türk Ocakları’nda terbiye almış olan zabitlerden defalarca aynen şu sözleri işittim. “ Gelirken ZU’leri bitirdik, dönüşte nöbet LO’lerindir.” ZU ile Ermenileri LO ile Kürtleri kastediyorlardı. Osmanlılık ve hilafet devirlerinin “ gavura bakınca, Kürt Müslümandır” darb-ı meseli, mânâ ve mefhum ifadesinde zaafe uğramıştı. Şimdi aranılan ne gavur ne de Müslümandı. Devrin aradığı Cengiz ve Timur’un ahfâdı idi. Bir çok milletler arasında eskiden beri dolaşan kavm-i Necip tâbiri artık Türklüğe hasır ve tahsis edilmişti. Harbin beklenilen neticeyi vermemesi üzerine, İttihat ve Terakki’nin, esasen başa çıkmamaya mahkum olan bu planı kendiliğinden akim kaldı. Mütârekeyi müteakip İstanbul’a avdetimde, Muhâcirin Müdüriyet kayıtlarında yapmış olduğum tetkikata nazaran, Kürdistan’dan 650,000 kişilik bir nüfus Batı Anadolu vilayetlerine sevk olunmuştur. Cepheye giderken Toros geçitlerinde bu muhacirlerden kafileler görmüştüm. Uzaktan öbek öbek toplanmış insan kümelerine benzeyen bu kafilelerin yayına gittiğim zaman görüyordum ki bunlar soğuktan taş kesilmiş (donmuş) insan heykellerinden başka bir şey değildirler. Vatanlarından çıkarılan bu insanların büyük bir kısmı bu suretle yollarda hastalıklardan, açlıktan ve soğuktan mahvolmuşlardı. 1919 senesinde Kürdistan’a seyahatim esnasında, Halep’te bu kafilelerden birine rastladım. Memlekete geri dönüyorlardı. Kendilerinden aldığım malumata göre memleketten 485 kişi olarak çıkarılmış. Geri döndüklerinde yalnız 255 kişi kalmışlardı. İşte Paşa Hazretleri, İttihat ve Terakki zamanında ve harp esnasında Türkleştirilmek istenilen Kürtlerin ve Kürdistan meselesinin birkaç satırda hülasa edilmiş bilançosu… İttihat ve Terakki hükümeti planında muvaffak olamadan çöküp gitti. Yapılan bütün tehciller (sürgünler) ve taktiler Kürt vicdan ve cereyan-i millisini uyutmak ve durdurmaktan pek uzaktı. Bilakis Harb-ı Umumiye’de Kürtlere vurulan bu darbeler, Kürt cereyanını daha coşkun bir suretle harekete getiren feyizli seller halinde tecelli eyledi. Kürdün Kürt kalmak ve Kürt olarak yaşamak iradesi daha ziyade kuvvet buldu. Bu arzu daha büyük bir şiddetle izhar edildi. A. Hani’nin yukarıda mevz-u bahis ettiği eseri evvelce yalnız el yazısı nüshalardan Kürdistan medreselerinde okunurdu. 1310 tarihinde pederim tarafından tabına teşebbüs olunmuştu. O zamanki Maarif Encümeninde ale’l-usul tetkik olunan bu eserin en ruhlu kısmı “ Çizilen mahâlden maada tabında beis yoktur. 22 Ağustos 1310” şerhi ile tay edilmekle tab’ına muvaffakiyet el vermemişti. Mütâreke devresinden istifade eden Kürt gençleri bu eseri tab eylediler. Ve binlerce nüshası Kürdistan dahilinde ve haricinde bulunan Kürt münevveranı (aydınları) tarafından kapışıldı. ********************************************************************* SAYFA 7 19 Nisan 1995 Yeni ASYA Paşa Hazretleri, selefleriniz ve sâbik arkadaşlarınız harbi kaydettiler. “Hasta Adam” mühim bir ameliye daha geçirdi. Daha bir takım uzuvlar kesildi. Müverrislerinizden size Anadolu ve Kürdistan’ın bir kısmı kaldı. Rumeli’den kat-ı nazar ; Asya’da Cezireti’l-Arap, Irak, Suriye, Filistin… illahir gibi, Kıtatta yeni yeni hükümler teşekkül eyledi. İttihat ve Terakki hükümeti Osmanlı padişahlarının miraslarından hükümet-i cumhuriyelerine ancak bir rub’unu ( dörtte birini ) devreylemiş ve mütebakisihakkında cumhuriyetinize hesap vermeden ortadan çekilmişti. Burhanlı bir zamanda zimam-ı umuru ( genel idareyi ) ele aldınız. Ortada bertaraf edilmesi lazım gelen bir Yunan tehlike ve istilası vardı. Bunu def edinceye kadar kıldığınız nafile namazlar kabilinden Kürt rüesası ile dostane münasebetler beslediniz ve kendileriyle “Kardeşim… Ağa” gibi samimi hitaplarda muhaberelerde bulundunuz. O tarihte Almanya’da bulunuyordum. Gazetelerde okuduğuma nazaran, İzmir kaldırımlarında şıkırdayan ilk demirler, Kürt süvarilerinin nalları idi. yunan ordusu başkumandanı esir; tehlikeyi bertaraf ve zaferinizi Lozan ahitnâmesiyle tetviç ettiniz ( taçlandırdınız ). Halaskâr ve kahraman olarak alkışlandınız. Gözlerinizi memleket dahiline çevirmek zamanı gelmişti. Filhal dahilde yapılacak birçok işler, ciddi reformlar vardı. Eski arkadaşlarınız, İttihatçılar, zat-ı fahimanelerine düstur emelleri ( düşünce prensipleri ) olan bir nüsha terkeylemişlerti. Bu kitapta, başlanmış fakat ikmal edilmemiş birçok fasıllara tesadüf ettiniz. Bu kitabın diğer milletleri takdir ve temsil usûllerini gösteren Türkçülük faslında tavakkuf eylediniz ( durakladınız ). Elinizde Kürt’ten başka unsur kalmamıştı. Diğer anasır ( milletler ) vatanlarıyla beraber Türkiye’den ayrılmamışlardı. Bu gün yerlerine iade etmek üzere bulunduğumuz Rumları mübâdele suretiyle hudutlarınız haricine çıkartmıştınız. Kemmiyeten az ve nisbeten dağınık olan Gürcüler ve Çerkezler, mevzu-u iştigaliniz olmazdı. Evet, ortada yalnız biz kalmıştık. Paşa Hazretleri, burada birçok kimselerce henüz mâlum olmayan bir hakikatı zikrdeceğim. Zat-ı fahinameleri elbette hatırlarsınız. Dedim ki, elinizde Kürt’ten maada unsur kalmamıştı. O Kürtler ki, vaktiyle Diyarbekir’de bulunduğumuz zaman, kalplerini kazanmaya çalışmıştınız. İttihat ve Terakki rüesası bir murebba ( dörtlü ) vücuda getirip zat-ı fahinamelerine tahsis edeceklerine Enver, Talat ve Cemal Paşalar bir müselles ( üçlü ) teşkil eylemişler. Ve Anafartalar kahramanını kadro haricinde bırakmışlardı. Trablusgarb Harbi esnasında çadırından çıkarken etrafınızda bulunanlara “Napolyon geliyor” istihzası ile gösterdiğiniz Enver Paşa, hakiki bir Napolyon’luğa yelteniyordu. Cemal Paşa, Arabistan veysruvası olmuştu. Onun Suriye’de Arap İmparatorluğu ilan edeceği ve siyah kalpağını atıp başına murassağ bir taç giyeceği şeyiaları devaran ediyordu. Zat-ı fahinameleri ise, Diyarbekir’de bir Kürt muhitinde bulunuyordunuz. Arkadaşlarınıza muhalif ve harbin bitiminde Türkiye’nin parçalanacağına mütealip, onların belki birincisi idiniz. Kürtlere hoş görünmek istediniz ve ilk defa olmak üzere, muahharen ( sonradan ) Elaziz’de idam ettirdiniz., Dersim Mebusu Hayri Bey’in kumandasında, karargahınıza merbut ( bağlı ) bir Kürt taburu teşkil eylediniz. Efrad ve zâbıtanı kâmilen Kürt olan bu taburun kıyâfeti de tamamen Kürt kıyafeti idi. bu tabur efradı şal, şapik ve kolos giyiyor; Kürt hançeri takıyorlardı. Kumandanlar değilse de, emirler, aralarında Kürtçe olarak söyleniyordu. Bu, Osmanlı ordusunda Kürtlere ilk defa yapılmış cemile idi. Bu tarihi hakikatı da muhtasaran zikreyledikten sonra, yine mevzua dönüyorum. Evet, eslafınız ( sizden öncekiler ) Kürtleri tehcir ve taktil ( sürgün ve öldürmek ) ile mahvedemediklerini, nazar-ı itibare almadınız. Mâziden ibret alarak Kürtlerin milli haklarını itiraf ve Kürt vicdan-ı milli’sini tatmin edecek makül ve hakimane tedbirlerle Türkiye dahilinde kalmış olan yegane ve kıymettar unsuru kazanmak yollarını araştırmadınız.hakikatı görmek istemediniz. İradenizin kuvvetiyle başa çıkarmak işin tatbik-i kabiliyetini mukayese ederken yaptığımız hesapta yanıldınız. Evet, zannettiniz ki, deniz içilmekle biter. Eslâfınıızın ( seleflerinizin ) plânını daha büyük bir şiddetle tatbik koyuldunuz. Nihayet, 1925 İhtilali ( Şeyh Said Hadisesi) patladı… ************************************ SAYFA 8 20 Nisan 1995 Yeni ASYA Nihayet 1925 İhtilali patladı… Şeyh Said merhumun askerleri Harbut’u İşgal, Diyarbekir’i muhasara ettiler. Genç cumhuriyetinizi tehlikeli, sar-alı ölüm dakikaları geçirdi. Yine namaz kılmanız icab etti. İtiraf edelim ki üşenmediniz. Taksir etmediniz.cennet mekan Şeyh’i, İngiliz parası ve Ermeni akidesiyle hareket eden Müslüman düşmanı bir mürted halinde gösterdiniz ve biçare Kürtleri iğfal ettiniz. Kürtleri Kürtlere kıydırtmak suretiyle ve mühim fedakarlıklar pahasına hadisenin önüne geçtiniz. Salonlarından doğrudan darağaçlarına gidilen İstikbal Mahkemelerini, Kürt mefkur-i milliyesine,Kürt istiklâlcilerine açtınız. Bilmem bil-iltizam mı, yoksa bir tesadüf eseri midir? Diyarbekir İstikbal Mahkemesi heyetini bir sinema salonunda içtima ettirdiniz ve “Kürt Meselesi”nin bu kanlı filmini suret-i mahsusada gönderilmiş aktörlerinize çevirttiniz. Hadisede hiç medhali ( mudahalese ) olmayan birçok kimseleri yalnız Kürt oldukları için kanlı filminize kurban ettiniz. Mazlumiyeti cezalandırdınız. Maamafih şunu da itiraf eylemeliyim ki, milletlerine hıyanetle size hizmet eden “kardeşim… ağa”ların bir çoğunu da sinema salonundan dar ağaçlarına göndermek suretiyle bizlşer hesabına icrây-ı adalet ettiniz. Bu hareketinizi Kürtlüğe hizmet şeklinde kaydetmeme musaade buyurunuz. Mustahkem mevkiler ve şehirlerde tehassün etmiş olan kıtaatınıza ova, vâdi ve dağ eteklerinin yolları açıldıktan sonra, memlekette bir tarama ameliyesi yaptırdınız. Binlerce çoluk çocuğu gayr-i müsellah ( silahsız ) erkeği kılıçtan geçirdiniz. Köylerini, hala Ararat tepelerinden esen soğuk rüzgârların dağıtmakta olduğu buzlarla Kürt köyünü yaktınız. Hadiseye bitmiş nazariyle bakıldı. Bitmiş nazariyle bakılan Şeyh Said hadisesi idi. temsil ve taktil hareketi devam ediyordu. Kürdistan meselesi ise, kısa zamanda geniş adımlarla uzun merhaleler kat ediyordu. Hükümet kontrolünün yetişebildiği yerlerde Kürtçe’nin konuşulmasını yasakladınız. Ellerinde Kürtçe gramafon diski bulunanlar, en ağır cezalara çarptırıldı. Maamafih bu tedbirinde tatbik-i kabiliyet olmadığı az zamanda anlaşıldı ve bundan da feragat edildi. Müfettiş-i umuminin makarr-ı icraatı olan Diyarbekir’de, adeta kaht zuhur etti. Bilhassa zabitân ve me’murîn kısmı, ruzmete ( günlük ) ihtiyaçlardan olan yağ, süt, yumurta, peynir…… illaâhiri gibi dahili mahsulâtı tedârik edemez oldular. Çünkü köylerden gelen bu mevadın müstahsilleri ( ürünleri yetiştirenler ) kâmilen Kürt köyleri idi. Ve Kürtçe konuşmayı bilmezlerdi. El altından verilen bir emir ile bunların Kürtçe müsâmaha edilmesi me’murîn ailesine tebliğ edildi. Kazâ merkezlerinde daha garip bir şekilde hâdis ( vâki’) olmuştu. Türkçe bilmeyen halk, bittabi Kürtçe konuşuyordu. Ancak müffettiş-i umuminin kazalarda geldiği günlerde, kaymakam muhtarları nezdinde celb ve müffettiş-i umuminin çarşı pazarında gezdiği zamanlarda, hiç Türkçe bilmeyenlerin evlerinden çıkmamalarını temin suretiyle müfettiş-i umumiye az çok Türkçe konuşan bir halk gösteriyordu. Hakikat-ı halde Müffettiş-i Umumiye de bu muvazaaya vâkıf idi. Bile bile amir ve memur birbirini aldatıyordu. Ve cumhuriyetin tabiat-ı eşyaya muhalif olan kanunları, ancak bu suretle cây-ı tatbik bulabiliyordu. Bu meyanda müracaat ettiğiniz diğer bir tedbiri de kaydedeyim. Görecek göz, işitebilecek kulak, söyletip tenvir edebilecek ağızları memleketten uzaklaştırmayı düşündünüz. Bey, ağa ve şeyh ailelerinden birkaç bin aileyi Türk vilayetlerine tehcir ( sürgün ) ettiniz ve İstanbul’dan başlayarak İzmir, Ödemiş, Manisa, Aydın, Isparta, Burdur, Niğde, Kayseri, Kastamonu, Edirne… İlâhiri şehirlere dağıtınız. Bu tedbire de sebat olunamadı. Menfiler, dört sene sonra memleketlerine iade edildiler. ******************************************************** SAYFA 9 21 Nisan 1995 Yeni ASYA Tevelssül etmiş olduğunuz bir tedbir vardı. kültürel bir tedbir; Kürdistan’da maarife ehemmiyet vermek. Bu tedbir de diğerleri gibi aksi netice verdi. Türkçe okuyan, Türk terbiyesi alan Kürt çocuk ve gençleri, kendilerini sevk etmek istediniz. Yeni Turan yoluna gideceklerine, ellerine geçen irfan meşalesiyle milli vicdanlarının derinliklerine bakmaya ve o derinlikler ve karanlıklarda ümmi Kürtlerin göremediği hakikatları görmeye başladılar. Mektep sıralarından, fikri mücadele meydanlarına geçtiler. Bu tedbirden de sarfı nazar edildi ; aksi ihtiyar olundu : Kürdistan vilayetlerinde maarif müesseseleri hadd-i asgariye (asgari seviyeye) indirildi. Bugün (1933) bütün Kürdistan’da bir tek lise yoktur. Kürdistan’da en yüksek maarif müessesi orta mektepleridir. Bunlar da ancak Diyarbekir, Van, Elaziz vilayet merkezlerinde bulunmaktadır. Bunların sebeb-i vücudu ise, o havalide bulunan Türk memur çocuklarının tahsili endişesidir. Resmi maarif istatistiklerinize nazaran, Kürdistan vilayetlerindeki ilk mekteplerin mecmuu (tamamı) mesela Balıkesir sancağındaki mekteplerin ancak nısfına müsavidir (yarısına eşittir). Yine mezkur istatistiklerinize göre, Türk vilayetlerinde tahsilde bulunan çocukların nisbeti 3 olmasına mukabil, Kürdistan vilayetlerinde bu nispet % 3.5’e tenezül eylemektedir(düşmektedir). Kültür ve literatür bahsini terk etmeden evvel bu bahis ile alakadar bir iki hâdise ve teşebbüs daha zikredeceğim : Esnafınız (sizden evvelkiler) zamanında Türk Ocak ve Yurtlar Kürdistan kapılarına kadar gelmiş, fakat henüz dahile nüfuz edememişlerdi. Sakarya zaferinden sonra Diyarbekir’li Ziya’nın, sizlere nazaran Ziya Gökalp’ın ocak ve teşkilatı, bizzat maksat-ı re’sini (doğduğu yeri), vatan-ı aslisini istilâya başladı. Kürdistan’ın büyük şehirlerinde Türk Ocak ve Yurtları tesis olundu. Maamafih bunlar da diğer teşebbüslerimiz gibi müsbet değil, menii neticeler verdi. Bu ocaklar âzâsı arasında aslen Kürt, fakat milliyetinden, lisanından bihaber, hatta o lisandan bir kelime bilmez adamlar var idi. Sırf Kürtlere mahsus olan aile isimleri taşıdıklarından dolayı bu adamlar isimlerini değiştirmeye davet edildiler. Bir adama aile ismini değiştirtmek ona babasını inkâr ettirmek demekti. Bu suretle bu adamların izzet-i nefislerine, ailevi şeref ve namuslarına dokunuldu. Onlar o ocakların bu teklifi karşısında kalınca aileleri arasında tetkitatta bulundular. Ve anladılar ki, tebdil-i arzu olunan isim, mesela “Zilfe” veya “Zilfo” gibi Kürtlere mahsus bir isimdir. Ve kendileri lisanlarını kaybetmiş Kürtler’di. Bu adamlar vatanı terk etmeyi, isim değiştirip babalarını inkar etmeye tercih ettiler. Bunların bir çoğu bugün ecnebi diyarlarda, pâyabsız (takatsiz), Arabistan çöllerinin, yazın 45 dereceyi geçen cehennem sıcağında mütevazi ve hatta bazen sefil bir hayata katlanmış. 30-40 yaşından sonra mâzisini taharri ediyor, milletinin lisanını öğreniyor ve milletinin halâs-ı çarelerini tanımakla meşgul bulunuyorlar. Bu tedbirlerinizle, bir taraftan köylülerimizi öldürürken, diğer taraftan bizim için ölmüş olan münevverleri ihya ediyor ; onları sakin ve sakit me’valarından (meskenlerinden) kaldırıp aramıza, cidal saflarımıza gönderiyorsunuz. Türk Ocakları bu akim teşebbüslerinin çıkmazlarından bocalarken, diğer taraftan âmiyâne bir literatür, uzun asırlardan beri mevcut Kürt milletini ve onun lisanını inkâr ve bu iddiayı isbat etmek istiyor. Cahil üç-beş çocuğun elinde kalmış olan gündelik matbuat ise, Kürt milli cereyanını başında bulunanları İngiliz parası, Ermeni teşkilatıyla hareket eden bir takım vatansız serseriler şeklinde göstermeye çalışılıyor. Paşa Hazretleri, takdir buyurursunuz ki, bunlar Türkizasyon siyasetinizin istinat eyledi (dayandı) esasâtın ne kadar zayıf ve kudretsiz olduğunu göstermekten başka bir hakikat ifadesine kadir değildirler. Türkiye’de bu gibi ciddi işleri lâyık olduğu ciddiyetle tetkik ve muhakeme edebilecek ilim adamlarının mevcudiyeti gayr-i kabil-i inkârdır. Bizzat tanıdığım kıymetli tarih, lisan, içtimaiyat mütehassısları vardır. Fakat bu işi onlara havale edemezdiniz ve edememekte mâzursunuz. İlme ilmi techil ettirmek ; hakikate hakikat nâmına yalan söyletmek müşküldür *********************************************** SAYFA 10 23 Nisan 1995 Yeni ASYA Biraz da Kürtçe namında bir lisanın mevcut olmadığını isbat eden muharririnizin bu bahse dair sözlerini dinleyelim: “Kürt dilinin tarihi mâlum değildir. Tarihin muhtelif tesirler altında kalmıştır. Bütün kabileler arasında müşterek olan kelimeler yalnız en eski Türk kelimeleri ve Farisi kelimelerdir. Diğer dillerden alınmış olan kelimeler her mıntıkada başkadır. Dinni ve fenni ıstılahat ve Arabi ve Farisi kelimeler Türklerin istimal ettiklerinin aynıdır. Kelimelerin çoğu Türkçe olduğu halde, lehçe farkının ziyadeliği meselesine gelince, Türkçe’de, hatta bütün milletlerde yer yer birçok lehçeler mevcutur. Bir Erzurum’lunun, bir İstanbul’lunun, Kastamonu, Antalya, Menteşe vilayetlerin köylüsünün dilini anlaması için epeyce idman ister. Hülasa Dağlı Türklerin lehçesinin bu kadar değişmiş olmasına hayret etmemelidir. 12 asra yakın bir zaman İran medeniyetinin tesiri altında kalmış ve o medeniyetin icabatına tamamiyle uymuş bu Türklerdeki dil değişikliği azdır bile. Kendi Türkçemizde, münevverler Türkçesinde düne kadar kaç tane halis Türkçe kelime kalmıştır? Binaenaleyh, Dağlı Türklerin dilinin değiştiğine değil, 25 asırdan beri tahbirine çalışılan bir dilde bu kadar çok Türkçe kelime kalmış olmasına hayret olunur.” Kürtleri ve dillerini bu şekilde tetkik eden muharrir nihayet Kürtçe keli Meler hakkında Doktor Friç isminde bir Alman tarafından telif ve vakyitle aynı maksatla, yani Kürtleri Türk göstermek emeliyle Aşayir ve Muhâcirin Müdüriyet-i Umumiyesi tarafından neşr olunan bir esere istinaden, Kürtçe kelimeler hakkında şöyle bir lisrte meydana koyuyor: Pehlevi : (eski)……………………………...370 Zendi : …………………………………......1240 Türki : (eski Türkmen)……………………..3080 Ermeni :………………………………….....220 Arabi : (Türkçeleşmiş)……………………..2000 Farisî : (Türkçeleşmiş)……………………..1030 Asıl Kürt :…………………………………..300 Çerkez : (eski)………………………………60 Gürcü : (eski)……………………………….20 Kıldani :…………………………………….108 Yekûn :……………………………………..8428 Kürtçe 300 kelimeden dağ istilahatına ait 107 kelimede aslen Türkçe olduğu için Türkçe kelimeler miktarı 193’e tenezül eylemektedir. Diğer taraftan Arapça’dan gelen 2000 ve Farsça’dan 1030 kelimede Kürtçe’ye Türkçe’ye tarikiyle eylemiş, Türkçeleşmiş kelimeler olmakla, bunlarda Türkçe hesabına kaydolmaktadır. Bu suretle 426 kelime Türkçe’ye 6247 kelime diğer mühtelif lisanlara ait müstear olup halis Kürtçe olarak 193 kelime kalmaktadır. İlim adına söz söyleyen mürafaa vekilinizin Kürtçe lisanı hakkındaki ekizpozesi de hulaseten bundan ibarettir. Diğer taraftan devlet ricalenizin Kürtçe hakkındaki tetebbulerine bir misal arz edelim: Maarif vekillerinizde Necati Bey, Kürdistan’da yapmış olduğu bir tetkik seyahatını müteakip vuku bulan beyanatında, Kürtlerden ve lisanlarından bahsederken diyor ki “Evet Dağlı Türkler’in (2) lisanı, mürür-ü zamanı ile biraz çetrefilleşmiş.” Günlük gazetelerinizden biri de, bundan tam 15 sene evvel iptidai şeklini tesbit ve iki sene mukaddem neşir ve tamim ettiğim Latin harflerinden müteşekkil Kürtçe Elfabesinden bahsederken “Nihayet Ermeni harflerini alarak bir de Kürtçe Elfabe teşkil eylediler” diyor ve Latin harflerini Ermeni harfi olarak kabul ediyor. ********************************************* SAYFA 11 24 Nisan 1995 Yeni ASYA Paşa Hazretleri, Türkizasyon siyasetinizin kültür edebiyat sahasında biraz tavakkuf eylemekliğime musaade buyurunuz. Kürt lisanını tetkik eden muharririnizin “Bir lisanın esasını fiiller gösterir. Kürtçe de fiiller bir takım isimlerden, yani münferit kelimelerden ibarettir” kabilinden serd ettiği lisani nazariyeler ve bilhassa son zamanlarda milletlerin lisanları vasıtasıyla da ırk ve menşelerinin tayini hususundaki temayül, ilmi ve lisanın milletler ve milliyetler için en büyük vasf-ı mümeyyiz olması, bu tavakkufu vüzuh ile zaruri kılmaktadır. Ansiklopedik tetkikatınız esnasında lisaniyet ile de meşkul olduğunuzu işittim. Bu itibar ile, maarif nazırınızın tabiriyle çetrefilleşmiş Türkçe ile halis Türkçe arasındaki münasebete dair muhtasara vereceyim izahat ümit ederim ki, sizlerin kelalini (usancını) değil, bilakis merakını mücip olur. Articule lisanlar, arz ettikleri şekiller ve umumi surette lisan ailelerinin geçirmiş oldukları tekâmül merhaleleri itibariyle, üç sınıf teşkil ederler: Birinci lisan-ı şekil, monosyollabisme’dir. Bu sınıfa dahil olan lisanlara umumiyetle Les Langues isolantes denir. Bu şekil, lisanların en iptidai şeklidir. Bu kısma dahil olan lisanlarda kelimeler basit cezirlerden ibarettir. Her kelime cümlenin her an ve halinde iktidai kıymet ve müstakil vaz’ı ve vasfını muhafaza eder. Diğerleriyle kaynaşan bir münasebeti yoktur. Bu cezir kelimeler ancak umumi bir mana fikri verirler. Belki vazi, fakat müphem bir fikir ifade ederler. Şahıs, cins, kemiyet, hal ve vakit gibi anasırlardan mahrumdurlar. Bu kabil lisanlarda kelimeler ve binnetice mana ve fikirler arasındaki münasebeti temin eden unsurlara, Preposition, conjonction’lara tesadüf edilmez. Her lisan tekemülünü yaparken, bu merhaleden geçmiştir. Fakat bugün bu merhalede bulunan lisanların bir gün bu merhaleyi terk ederek bundan sonra gittikçe yükselen merhalelere dahil olması mukkader değildir. Başka bir tabir ile bu sınıflar lisanların ve onu kullanan milletlerin kabiliyetine nazaran bır kısım için ise, lisanın kat-i ve artık tağayyur edemeyecek olan şekil vasıfları itibariyle mensup oldukları aileler gösterir gruplardır. Nitekim muhtelif Çin diyalikatları, Annam, Siyam lisanları gibi elsine birer langue isolante’dırlar. İkinci lisan-ı şekil, agglutinantion’dur. Demiştik ki birinci kısma dahil olan lisanlarda cezir kelimeler, aralarında samimi bir münasebet olmaksızın yek-diğerini takip ederler. Bu ikinci şekilde ise, kelimeler arasında samimi bir münasebet temin eden unsurlara tesadüf olunur. Kelimelerin Confection’unda icratı tesir eden anasır, artıriptidai kıymet ve manalarını tamamıyla muhafaza etmezler. Herhangi bir mefhumu ifade için Confectionne edilebilecek kelimede, müteaddit unsurlar cezirler icrayı tesir eder. Bunlardan ancak bir tanesi esas manayı ifade eden müstakil kıymet ve iptidai kıymetini muhafaza eder. Diğerleri ise iptidai kıymet ve manalarında tadilata uğrarlar. Şahsiyetlerinden adeta tecerrüt ederler. İptidai kıymetleri ile münasebetleri nisbi bir alakadan ibaret kalır. Müstakil cezir halinden prefixe, suffixe haline geçerler. İptidai kıymet ve istiklalini muhafaza eylemiş kelimelere iltihak ve onlar arasındaki muhtelif şekillerde tecelli eden, münasebeti temin ederler. Bu şubeye mensup lisanlar pek çoktur. Dünya lisanlarının büyük bir kısmı bu şubeye mensuptur. Bu meyanda grup halinde Ural-Altay (ouralo, altai ques) lisanlar bulunur. Türkçe bu gruba dahil agglutınante bir lisandır. Üçüncü lisan-ı şekil, flexion’dur. Birinci şekilde kelimeler daima cezir halini muhafaza ve bu suretle yekdiğerini takip ve tadil ediyorlardır. İkinci şekilde bazı cezirler istihareye uğrayıp kıymet-i iptidaiyesini muhafaza eden diğer cezirlere Prefixe ve Suffixe halinde iltihak ederek bunların manalarında tadilat yapıyor ve aralarındaki münasebeti tanzim eyliyorlardı. Bu üçüncü şekilde yapı Flexion lisanlarında ise, cezrin istihalesi keyfiyetinde daha büyük bir tekamül görülür. Flexion lisanlarında cezir bizzat kendi şeklinde vuku bulan tavavvul ile diğer herhangi bir cezir ile münasebeti re’sen tanzim eder. ************************************************************** SAYFA12 25 Nisan 1995 Yeni ASYA Cezir (3) kendisine hariçten başka bir unsur inzimam etmeksizin şeklini değiştirmekle, manasında herhangi bir tahavülü bizzat temin eder. Flexion lisanları da agglutination devrinden geçmişlerdir. Flexion lisanlarında her cezrin tadile uğramış olması şart değildir. Bazen cezir agglutination devrinde olduğu gibi iptidai şeklini muhafaza eder. Fakat daima tadil olunmaya müsaittir. Flexion lisanları muhtelif kısım ve gruplara taksim olunurlar. Sistemde ise, iki asla icra edilirler: Systeme indo-europeen Systeme semitique Kürtçe, bir flexion lisanıdır. Ve birinci sisteme dahildir. Kürtçe’nin dahil olduğu bu grupta mevkiini şöyle bir silsile ile ifade etmek kabildir: Aryenne, indo-europeen, eranienne. Tahrir ve terkip: Lisanlar yapılışları strukture itibarıyla da tahlili ve terkibi olmak üzere diğer bir taksime uğrarlar. Terkibi lisanlarda cezirler geçirdikleri istihale neticesinde, öyle bir takım yeni unsurlar meydana getirmişler ki, lisan bu unsurlar sayesinde hadis (yeni) ihtiyaca da göre yeni kelimeler doğurur. Almanca, terkibi lisanın en tipik bir numunesidir. Avrupa’nın en büyük lisanlarından biri olan Almanca, bu itibar ile daima doğuran ve tekamül eden bir lisan addolunmaktadır. Linuistique hassaları lisan ulemasınca (kafi derecede mevazuu tetkik ve tetebbu olmamasıyla) henüz tamamen malum olmayan Kürtçe’de mühim bir terkip lisanıdır. Kürtçe de ufak bir takım prefixe, suffixeler, lisanda her gün yeni kelimeler doğurmaktadır. Kürtçe’yi tetkik ederken gördüm ki, terkibi lisanlarda muhtelif mefhumları ifade için lazım gelen mevcidd-i iptidaiye bu lisanların bünyelerinde mevcuttur. Ehl-i lisan yeni bir mefhuma tesadüf ettiği zaman, bu mevad adeta kendiliğinden bir araya geliyor. Ve ihtiyaca göre kelimeyi vücuda getiriyor. Ve illa bunları tabiat-ı eşyayı zorlayarak sun’i surette yapmaya imkan yoktur; yapılsa da yapışmıyor, düşüyor. 1919 senesinde “Geliye Goban” Kürtleri ilk defa teyyareyi gördükleri zaman ona isim vermekte tereddüt etmemişlerdi. Teyyare derhal “Bâlâfir” demişlerdir. Öyle bir vech-i tesmiye ki, lisanda mevcut diğer kelimelerle münasebeti yok; mefhumu tamamiyle ifade ediyor. Adeta auroplanenin bir tercümesi. Şu fark ile ki, havada yerine, yukarda uçan “bâlâ” yukarı demektir, “fır” ise uçmak manasında olan fır’ın mastarının madde-i asliyesidir. Telefon ahizesini ilk defa görüp konuşmak esnasında kulağına götüren bir Kürdün, bu yeni alete derhal isim verdiğini gördüm. Bihîstok. Bihîst, işitmek manasında olan “bihîstin” mastarının madde-i asliyesi, -ok ise bu kelimenin terkibinde kullanılan Suffixe’dir. Kürtçe’nin bu itibarla Almanca ile mevcut münasebet ve müşahabatı şayan-ı dikkattir. Bir iki misal zikredeyim: girmek ve çıkmak mefhumları Almanca’da olduğu gibi Kürtçe’de de mürekkeptirler. Tarz-ı terkip, bazı kelime farklarıyla aynı gibidir. Çıkmak: Der-ketin; Der-çûn Heraus-gehen; Heraus-treten Girmek: Hundir-ketin; Hundir-çûn Herein-gehen; Herein-treten Birbirinden Ayırmak : Ji -hev -derexistin {tahlil etmek} aus -einander -setzen Kaldırmak: Hil -anin auf -heben Halbuki Türkçe terkibi bir lisan değildir.bundan dolayıdır ki, lisanın bünyesinde olmadığı halde teyyare manasına olmak üzere terkip edilmek istenilen “uçkaç” gibi kelimeler tutmuyor, anlaşılmıyor. Maksat “uç” mudur, yoksa “kaç” mıdır? [Celadet Bedirhan, burada lisan fonetiği üzerine geniş bir bahis açmaktadır. Biz bu bölümü tayyederek geçiyoruz.] Paşa Hazretleri; Literatür bahsine artık nihayet veriyorum. Vakıa biraz uzun oldu. Fakat ehemmiyeti aşikardır. Nitekim Kürtlerden ve lisanlarından bahseden diğer bir muharririniz-bu da eserini imzalamadığından ismiyle yad etmiyorum-diyor ki:”Lisan bir milletin aslını gösteren en büyük bir vesikadır.” Kürtçe’nin heyet-i umumiyesine ve şark lisanları arasındaki mevkiine dair şahsi bir mütalaa dermeyan edecek değilim. Bunu istikbale, bu husustaki tetkikatımın ilerlemiş olduğu bir zamana saklıyacağım. Yalnız “Türklüğün [ hâşâ ] en büyük peygamberi” diye lanse edilen Ziya Gökalp Bey’in Kürtçe hakkında cidden şayan-ı dikkat olan hükmünü burada zikredeceğim. Ziya Gökalp Bey Diyarbakırlı bir Kürt’tür. Kürtçe öz ana lisanıdır. Ziya Bey öz ana lisanını alelade bilmekte iktifa etmemiş, bu lisanı bir âlim, bir linguiste nazarıyla tetkik etmiş ve vaktiyle bir de Kürtçe gramer vücuda getirmişti bu itibar ile Kürtçe hakkındaki hükmü, suret-i mahsusada kıymet ve ehemmiyeti hâizdir. 1926 senesinde Ziya Beyin Giresun gazetesinde bir eseri tefrika ediliyordu. Ziya Gökalp bu eserin bir noktasında Kürtçe’yi diğer şark lisanlarıyla mukayese ederken diyor ki: “Kürtçe, Arapça da dahil olmak üzere, şarkın en zengin lisanıdır.” Paşa Hazretleri; lisan bahsine bu suretle nihayet verdikten sonra sahney-i vakaiye dönerek hadisatın cereyanını takip edelim. (3) Cezir: her kelimenin özü, ash, esası, temeli demektir. ******************************** SAYFA 13 26 Nisan 1995 Yeni ASYA Paşa Hazretleri; lisan bahsine bu suretle nihayet verdikten sonra sahney-i vakaye dönerek hadisatın cereyanını takip edelim. Evet, ne demiştim: 1925 ihtilalini seferberlik ilanı, çeteler teşkili ve mühim fedakarlıklar ihtiyarı ile bastırdınız. Yangın söndü. Daha doğrusu söndürülmüş veya söndürülmüş zannedildi. Hakikatte ise ocağın dibinde, mihrak noktasındaki korlar ve kütükler kıpkırmızı oluyor duruyor ve için için yanıyordu. Yangının bu noktasına söndürücü isal edilmemişti. Kuvvetli bir rüzgâr, dalgalanan alevleri çok havalı Suriye, Taberiye Sahili 8 kanunusani 1933 CELADET ALİ BEDİRXAN
 














Web'te
Türkçe

fecabook
 
 



More Cool Stuff At POQbum.com

 
 
Bugün 31 ziyaretçi (38 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol